Bundan neredeyse bir yıl önce bir hayalin peşine düştüm. Her seyahatimde olduğu gibi ani bir kararla bir yıl sonra yani 2018'i 2019'a bağlayan yılbaşında Colmar'da olmayı hayal ettim.
Nasıl gideceğimi, neler yapabileceğimi araştırmaya koyuldum.
Önce Basel çıktı karşıma. Hiç aklımda yokken. Meğerse en kolay ulaşım Basel'den sağlanırmış Colmar'a.
Biletimi Basel Mulhouse'a aldım. Fransızlar “Mulüs” diyorlar şaşırmamak lazım.
Gelmişken iki gün kalmanın ne sakıncası var ki Basel'de. Küçük, 200 bin nüfuslu Basel, İsviçre'nin en büyük 3. kenti.
Hotel Alfa, tren garına 15 dakika mesafede. Havaalanı pırıl pırıl, kent ise ışıl ışıl. Tramvay, otobüs, taksi ne isterseniz var kentte. Havaalanından kente 4 Euro'ya geliyorum.
Yolumu sorarken çok zarif bir hanımefendiye denk geliyorum. Otelime nasıl gideceğimi bir not kağıdına yazıyor. Teşekkür ederek vedalaşıyorum. “İyi yıllar.” diyor. İsviçre insanı ile ilk tanışmam bu. Mutlu oluyorum.
Otelime adım atar atmaz, resepsiyonist Marion iki günlük ücretsiz otobüs ve tramvay kartı takdim ediyor. Mobil Basel kartın adı. Turistlerin mobilitesini sağlamak içinmiş meğerse. Basel gittikçe keyifli bir hal alıyor benim için.
Küçük odama yerleşiyorum ve hemen kente akıyorum. Otelimin önünden hem tramvay hem otobüs var merkeze.
Markhalle, kent pazarı. Dünya mutfağından küçük büfelerle dolu. Gündüz market, gece pub.
Bankalar bölgesi Bankverein, Rhein nehri üzerinde köprüler. Noel süslemeleri ile Basel insanın içini ısıtıyor. Sıcacık kahve ve şarap kokuları, bretzel kokusuna karışırken şehri ilk günden keşfediyorum.
Farklı, alışılmışın dışında ne yapabilirim derken Vitra Müzesi'ne gitmeyi planlıyorum. Basel Badischer Bahnhoff'tan 55 nolu otobüslerle gidilen Vitra Design Museum içerisinde yer alan sergilerle, Vitra ürünleri ile, dünyanın en ünlü mimarlarından Zaha Hadid tasarımı itfaiye istasyonu ile değişik bir deneyim sunuyor bana.
Oldum olası tasarıma meraklıyım. Matematik zekam kuvvetli olmasa da, görsel hafızam nedeniyle herhalde mimariye yatkınım.
Weil am Rein bölgesini İsviçre zannederken, meğer 55 nolu otobüs bizi Almanya sınırları içine sokmuş. Çok sayıda Alman plakalı araca rasgelmemle kafamda soru işareti belirse de ilk anda uyanamadım. Vitra Design Müseum'un broşürüne bakınca Almanya'da olduğumuzu fark ettim.
( Vitra Design Museum )
Şehir içi otobüsle ülke değiştirmek de ilginç bir deneyim. Daha önce 20 dakikalık tren yolculuğu ile Öresund Köprüsü üzerinden Danimarka'nın başkenti Kopenhagen'den, İsveç'in Malmö kentine geçmiştim. Ama orada baya baya pasaport kontrolü vardı. Burada ise bedava seyahat kartımla yanımda pasaportum dahi olmadan İsviçre'den Almanya'ya geçtim. Bunu hiç unutmayacağım.
Vitra Design Museum'u ve Viktor Papenek isimli dünyaca ünlü mimarın “Design is politics” sergisini keyifle gezdikten sonra, Almanya'dan Basel'e – yani İsviçere'ye- belediye otobüsü ile döndüm.
İsviçre ile ilgili küçük bir not. Çok pahalı. İki gün kalınca fazla hissetmedim. Ama etiketlere bakınca gözlerim faltaşı gibi açıldı. İsviçre'nin herhangi bir kentine gidecek olan kişi mutlaka hazırlıklı olsun. Her yerde İsviçre Frankı kullanıyorlar. Euro'yu pek tercih etmiyorlar. Her yerde kredi kartı var. Pahalılığın farkına Fransa'ya geçince vardım. Fransa'nın gözünü seveyim. 5.90 İsviçre Frankı olan Americano bir anda 2.50 Euro'ya düştü. İsviçre Frankı ve Euro kurları TL karşısında birbirine çok yakın. Aynı paraya Fransa'da kahvenin yanına tatlınızı da yiyorsunuz. Aman paranızın kıymetini bilin efendim.
Ertesi gün, sabah erken saatlerde Colmar'a, Fransa'nın Alsace bölgesine giden hızlı trene binmek için Basel Haubbahnhoff'a gittim. 16 Euro'luk, 2 gün geçerli biletle (günün her saati binilebilecek. ) Colmar'a vardım.
45 dakikalık yorucu olmayan yolculuğun yorucu tarafı, garda taksi dışında bir ulaşım aracının olmaması. Yılbaşına yakın olması sebebiyle otobüslerin belli hatlarda çalışması sebebiyle otelime yürümek zorunda olmamdı. “Keşke taksiye binseydim.” pişmanlığım otelime varınca geçti.
Comfort Otel Colmar, kente 3 km mesafede, modern, tertemiz bir otel. Harika kahvaltıları var. İlgili personeli bir denileni iki etmiyor. Ayrıca otelin önünden kent merkezine ayın 31'ine kadar ücretsiz otobüs olması işimi kolaylaştırdı.
Bu yazıda Colmar'ı ben değil, çektiğim fotoğraflar anlatsın istiyorum.
Tarte Flambé yiyin. Soğanlı jambonlu kremalı ya da bol peynirli fark etmez. Gayet lezzetli her çeşidi. Sıcak şarap için. Christmas için üretilen lokal Fisher biralarından deneyin. Noel birası deyince hemen getiriyorlar. Buz pateni kayanları izleyin. Yeni yıl coşkusuna dahil olun. Ne dersem diyeyim sizleri etkilemem mümkün değil. Onun için yılbaşı kartpostalları gibi bir şehir olan Colmar'da sözü fotoğraflara bırakıyorum.
Colmar'a gidin. Mutlaka gidin. Yazın gidin diyenlere inanmayın. Mutlaka ama mutlaka Christmas ve sonrası gidin. 24 Aralık – 31 Aralık tarihleri ideal. Bir de kar olsaydı; ki o halini düşünmek bile istemiyorum. Colmar şeker gibi şehir. Noel Baba yaşasaydı bence Colmar'a mutlaka uğrar; bir bacadan girip çocuklara hediyelerini verirdi. Colmar'ı tercih ederdi O'da...
Colmar'ın her bir detayı ile büyüleneceksiniz. Ağzınız açık kalacak.
Veee merhaba 2019...
2019'un ilk günlerinde büyüleyici Colmar'dan Strasburg'a geçiyorum. Malum bu yol şarap yolu. 1. Dünya Savaşı'nın paylaşılamayan bölgesi Alsace Loren nihayetinde Fransa'da kalmış. Bir Almanların bir Fransızların eline geçen bölgede, Strasburg bugün Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne ev sahipliği yapan bir kent.
Hem şarapları, hem insan hakları ön planda.
Strasburg Garı kent merkezinde. Otelim Viktoria, gara çok yakın. Yakın ne kelime neredeyse Gar ile içiçe. Bu müthiş bir kolaylık sağlıyor. Kentin kalbinin attığı, Notre Dame Katedrali, La Petite France Kanal yolu yürüme mesafesinde.
( Le Petit France - Strasbourg )
Herşey bu kadar elimin altında olunca, geriye bir tek gezmek kalıyor. Havanın soğuk olmasını umursamıyorum. Hatta sıcak havadansa soğuğu tercih ederim. İnsanı daha canlı ve zinde tutuyor.
Katedral çevresi ve Kanal boyu harika lokantalarla çevrili. Kimi geleneksel mutfaktan örnekler sunuyor; kimi ise güncel ve herkesin damak tadına hitap edecek örneklerle dolu.
Mutfak ve moda deyince akla tabii ki Fransızlar geliyor. Parfümün, şalın, binbir çeşit şapkanın mucidi Fransızlar, aynı zamada Givency, Christian Dior, Yves Saint Lorient gibi markalarını da dünya modasına kazandırmışlar.
Baget, pane, pate, kruvasan ve onlarca yiyeceğin isim babası Fransız mutfağında, en çok dikkatimi çeken şey, soğanın bol bol kullanılması. Daha önce Paris'te tatma şansı bulduğum soğan çorbasına ilaveten, haşlanmış ve rendelenmiş biçimde servis edilen soğanın ayrı bir lezzeti olduğunu fark ettim. Sosis ve et yanında garnitür gibi servis edilen haşlanmış soğanın bu kadar lezzetli olabileceği aklıma gelmezdi. Siz siz olun, evdeki soğanlara artık başka bir gözle bakın. Gerçekten parmak ısırtabiliyorlar.
Tabi, mutfak kadar, servis,sunum, masa,görsellik, ambiyans da önemli. Fransa'da zerafet lokantalarda adeta bir geleneğe dönüşmüş. Yüzüm her seferinde daha çok güldü bu sayede.
Her yolun Roma'ya çıktığı gibi, yollar burada, Notre Dame Katedrali'ne çıkıyor. 140 metre uzunluktaki bu yapı, aniden bir sokak arasından ihtişamıyla size göz kırpıyor. Gezme şansım oldu. Bu Gotik şaheseri. Şunu söyleyebilirim ki, bu yapının için kolon ve kirişleriyle bir miktar Barcelona'daki La Sagra Da Familia ( Kutsal Aile Kilisesi ) 'ya benziyor.İçerisindeki vitraylar çok etkileyici.
Notre Dame Katedrali'nin aşağı tarafında, kanal boyunca tekne turu yapma imkanınız var.
Kişi başı 13.50 Euro ücret ödeyerek 1 saat 15 dakika, Strasbourg'u bir de botla seyahat ederek izliyorsunuz. Efendim üzeri tamamen camla kaplı bu botlar, kanalda belli bir yere geldiğinde duruyor. Suyun yükselmesi beklendikten sonra açılan kanal kapağıdan botunuz süzülüyor. Benzer şekilde, bir yerde de, kanaldaki su seviyesinin düşmesi beklendikten sonra kapak açılıyor ki siz yolunuza devam edebiliyorsuz. Ne diyelim efendim “adamlar yapmış.”
Perşembe günü, otelimden çıktım ve istikametimi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne çevirdim. Tramvay ve otobüslerde nakit ödeme imkanınız var. Biletiniz olmasa bile sizi düşünmüşler. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin ihtişamlı binasının çevresini gezdikten sonra, Strasbourg Adliyesi'ne ( Palais De Justice ) yönümü çevirdim. Kısa bir güvenlik aramasından sonra danışmaya gittim. Londra'dan tecrübeli olduğum için, bugün bir duruşma olup olmadığını sorduğumda, cevabın önce şaka olduğunu zannettim. Gerçekten o gün yalnızca “1” ( yazıyla bir ) duruşma olduğunu öğrendim. Ne cüppe sırası, ne asansör sırası, ne duruşma salonu önünde bekleşen avukatlar, ne kartla açılan tuvaletler, ne otogarda gibi bağıran mübaşirler gördüm. Halimize şükrettim. Gerçekten eğlenceli bir adli sistemimiz var. Bu Fransız yargı düzeni çok sıkıcı. Koşarak adliyeden çıktım.
( Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Binası )
Strasbourg Opera Binası, Ulusal Tiyatro, Ulusal Kütüphane binalarının yer aldığı Cumhuriyet Meydanı'nı daha da sıkıcı buldum.
Şaka bir yana birbirinden ihtişamlı binalar, zaten nelere değer verildiğini gösteriyordu. Sanat, kültür, bilim Cumhuriyet meydanında buluşmuş.
Avrupa Konseyi'nin, Avrupa Parlementosu'nun, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin bulunduğu bu şehir, matbaayı bulan, sayesinde kitap okuduğumuz Gutenberg'in şehri. Strasbourg'a da bu yakışır.
Sabah güzel bir kahvaltının ardından Gara gidiyorum. İstikamet, son durağım Stuttgart.
1 saat 15 dakikalık seyahat karşılığı 50 Euro'luk bilet, aklıma döviz kurlarını bir kere daha getiriyor. Hamd olsun ki; istikrarlı bir ekonomimiz ve krizle mücadele programımız var. Gülümseyerek kredi kartımdan bilet ücretini çeken görevliye “Siz bizi kıskanıyorsunuz” der gibi bakıyorum. Anlamıyor tabi. Bizi anlamaları mümkün değil.
Stuttgart bambaşka bir şehir, bu kez Almanya'dayım efendim. Gar yine otelime çok yakın. Odama yerleştikten sonra, Stuttgart'ı keşfe çıkıyorum. Programımda öncelikli adresim Porsche Museum.
Otomobil deyince dünyada akla önce Almanlar gelir. Fransızların mutfağı ne kadar kuvvetliyse, Almanları'nda otomobilleri... Audi, Mercedes, Volkswagen, Porsche, BMW... Saymaya gerek var mı daha?
Münih'teki BMW Museum'u daha önce gezmiş; BMW'nin ilk ürettiği otomobilden bugüne kadarki hikayesine hayran kalmıştım.
Bu kere Stuttgart'tayım. Sadece Porsche'nin değil, Mercedes'in fabrika ve müzesi de bu şehirde. Önceliğim ise Porsche.
Stuttgart denilince bir başka adres de Mercedes Müzesi. Otomobilin tarihi ile eşdeğer bu müzeyi gezmek ise bambaşka bir deneyim.
( İlk take on/ take off uçan araç - Araçta kullanılan motor ve araç Mercedes tarafından üretilmiştir. )
( İlk binek otomobil-Araçta kullanılan motor ve araç Mercedes tarafından üretilmiştir. )
Her iki müzeye ait resimleri gün boyunca instagram sayfamdan paylaştım.
Bazı arkadaşlarım “gezmiş kadar olduk dediler.” Sadece kendim gezmek ve görmek değil, bu iki muhteşem müzenin varlığından bilmeyenleri de haberdar etmek istedim.
Stuttgart mutlaka gidilmesi, görülmesi, yaşanması gereken bir kent ve bence bu kent böylesine harika iki markaya ve bu markaların müzesine sahip.
2019 yılının ilk günleri benim için unutulmaz deneyimlerle, keyifle, zevkle başladı.
Umarım herkes için, ülkemiz için güzel bir yıl olur.
Tezer Özlü'yle veda etmek isterim bu yazıya... “Yaşanılacak bir yaşam vardır. Üzerine binilip dolaşılacak bisikletler ve tadına varılacak gün batımları.”
Elbette 2019'da da devam edecek ve nefes aldıkça sürecek yeni maceralar...
Aşkla, zevkle, özveriyle...
Comments